"İrade ve Terbiye: Aile ve Bireyin İslami Hayat Üzerindeki Rolü"

"İrade ve Terbiye: Aile ve Bireyin İslami Hayat Üzerindeki Rolü"


 Yazı: Sedat Baş - Marmara Üniversitesi

İnsan yaşamını şekillendiren iki büyük ve güçlü irade vardır. Bunlardan ilki, kişinin doğup büyüdüğü aile ortamı ve içinde bulunduğu çevredir. Bir birey, dünyaya geldiği andan itibaren ailesi, toplumsal normlar ve kültürel değerlerle çevrilidir. Bu ortam, bireyin ilk sosyal deneyimlerini yaşadığı, değer yargılarını kazandığı ve dünya görüşünü oluşturmaya başladığı yer olarak büyük bir öneme sahiptir. Aile, bireyin karakterini şekillendiren ilk ve en etkili faktördür. Aile içinde öğrenilen davranış kalıpları, ahlaki değerler, inançlar ve sosyal normlar, bireyin zihinsel ve duygusal yapısında derin izler bırakır. Büyüdüğü ortam, bireyin dünyayı nasıl algılayacağı, ilişkilerini nasıl yöneteceği ve kendisini nasıl ifade edeceği konusunda belirleyici olur.

Bu sürecin ikinci önemli iradesi ise bireyin kendi iradesidir. Ancak bu iradenin etkili hale gelmesi, genellikle belli bir olgunluğa erişilmesiyle mümkündür. Kişi, ergenlik döneminden başlayarak kendi kararlarını almaya, hayatını yönlendirmeye ve kendi kimliğini inşa etmeye başlar. Ancak bu aşamaya gelene kadar, sosyal çevresinin, özellikle de ailesinin etkisi altında kalır ve bu etkiler doğrultusunda şekillenir. Bu süreçte bireyin karakteri, dışsal faktörler tarafından belirlenen bir inşa sürecinden geçer.

Bu inşa süreci, bireyin hayatında kritik bir dönemeç olarak kabul edilebilir. Çünkü birey, bu dönemde henüz kendi iradesini tam olarak kullanma yetisine sahip değildir. Bununla birlikte, kişiliği, yaşamının geri kalanını derinden etkileyecek şekilde şekillenir. Bireyin karakterinin, tutumlarının ve değerlerinin temelleri bu süreçte atılır. Bu evre, kişinin hayatında büyük bir etkiye sahip olur ve gelecekteki seçimlerini, davranışlarını ve hatta yaşam felsefesini belirler. Dolayısıyla, bireyin sosyal çevresi tarafından şekillendirildiği bu dönem, onun hayatının geri kalanında en çok yön veren, en kalıcı etkilere sahip aşamalardan biri olarak değerlendirilebilir. Hayatın bu kritik evresi, bireyin gelecekteki benliğini ve yaşamını büyük ölçüde şekillendiren, seçme iradesinin henüz tam anlamıyla devrede olmadığı ancak karakterinin güçlü temellerinin atıldığı bir dönemi temsil eder.

Son zamanlarda, pek çok insan hayatlarındaki önemli dönüm noktalarını çocukluklarına, özellikle de anne-baba ilişkilerine bağlama eğiliminde. Bu kişiler, sıklıkla kendi iradelerine müdahale edildiğini dile getirerek, yaşadıkları zorlukları çocukluk travmalarıyla açıklarlar. Ancak, aile mağduru olarak kendini gören bu insanların gerçekten mağdur olup olmadıkları üzerinde durmak gerekir.

Bu konuda Resulullah Efendimizin (sav) şu hadisi yol göstericidir: "Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar." Bu hadis, her insanın doğuştan saf ve İslam fıtratı üzerine olduğunu, ancak çevresi tarafından şekillendirildiğini ifade eder. Kişi, kendi hayatına tam anlamıyla hâkim olana kadar, çevresinin etkisiyle şekillenir.

Dini bütün bir ailede yetişen çocuklar, bu açıdan farklı bir koruma altındadır. Anne hafız, baba da aynı şekilde İslam'a uygun bir yaşam sürüyor ve hayatlarını haram-helal kavramlarına göre yönlendiriyor. Böyle bir ortamda büyüyen bir çocuğun, sağlam bir imanla inşa edildiği ve adeta manevi bir kale içinde korunduğu söylenebilir. Bu çocuk, ruhunu İslam'ın en yüce değerleriyle doldurduğu için, hayatı boyunca imanını muhafaza etmekte zorlanmaz. En zor zamanlardan geçse bile, bu manevi koruyucular onu sarsılmaz bir şekilde ayakta tutar.

Ne yazık ki, bu ideal durum her çocuk için geçerli değildir. Türkiye’de, böylesine dini bir ortamda yetişen çocuklar azınlıktadır. Ailesinden sadece temel fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan, ancak manevi değerlerden mahrum kalan çocuklar, hayatın fırtınaları arasında savrulur. Tıpkı Afrika’nın vahşi doğasında hayatta kalmaya çalışan bir yavru ceylan gibi, bu çocuklar da doğruyu ve yanlışı deneme-yanılma yoluyla öğrenmek zorundadır. Bu süreçte, toplumsal normlar onları zevk ve mutluluğu hayatın en büyük amacı olarak görmeye iter. Ancak bu yolda, şahsiyet, ahlak ve ilim gibi insanı insan yapan değerler geri planda kalır.

Bu iki zıt hayat tarzı içinde, Allah’ın insanlara sunduğu nimetlerin farklı değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Dini bir ortamda büyüyen kişiler, Allah tarafından daha büyük nimetlerin sorgusuna tabi tutulacakken, bu nimetlerden mahrum kalanlar için adaletin sağlanacağına dair güvence vardır. Peygamber Efendimizin (sav) "Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas suretiyle hakkı alınacaktır" hadisi, bu adaletin gerçekleşeceğinin en güzel örneğidir.

Sonuç olarak, iyi bir sosyal çevremiz olsun veya olmasın diğer insanlardan dezavanjli bir ortamda doğüp büyüsek bile işin sonunda hepimiz yüksek mahkemede nimetlendirildiğimiz kadar mesul olacağız. Bunun bilinci ile yeise kapılmadan olabildiğince kendi irademizle dezavanjlı doğduğumuz, büyüdüğümüz o ortamı iyiye, hayra çevirmek de yine bizim elimizde.  Zira hayat, bahanelerimiz var diye bize merhamet edecek değildir.